5 Nisan 2021 Pazartesi

BANKACILIK KRİZLERİ

 


KRİZ KAVRAMI 

Kriz kelimesi Yunanca ”krisis” sözcüğünden gelmektedir. Kelime anlamı ise karar vermektir. Kriz kavramının tanımı son derece geniştir. Sosyal bilimlerin doğası gereği ortak bir tanım üzerinde uzlaşıya varılamamış olmasına rağmen yapılan farklı tanımlar hep aynı payda da birleşmiştir.  Kriz, ekonominin dengeli bir durumdan dengesiz bir duruma ya da istikrarlı bir durumdan istikrarsız bir duruma düşmesi olarak ta tanımlanabilir.

FİNANSAL KRİZ TÜRLERİ 

Para Krizi

Son yıllarda üzerinde en çok tartışılan kriz türü para krizidir. Para krizi, ulusal paraya olan güvenin kaybolması nedeniyle, spekülasyon amacıyla ülkeye gelen fonların hızlı bir şekilde ülkeyi terk etmeye başlaması ve merkez bankasının bu spekülatif saldırıya karşı kuru koruyamayarak ulusal paranın değerinin düşürülmesi veya dalgalanmaya bırakılması olarak tanımlanabilir.

Bankacılık Krizleri

Bankacılık krizinin, genellikle bankaların yükümlülüklerini yerine getiremeyerek ertelemeye zorlayan, banka başarısızlıkları ve banka iflasları durumunda; mevduatların kendilerine ödenmeyeceği şüphe ve korkusu ile banka müşterilerinin bir veya daha fazla bankadan kaçışları durumunda; geniş ölçüde geri dönmeyen kredilerin yaşanması halinde veya hükümetlerin bu durumu önlemek için kurtarma yada kamulaştırma operasyonlarıyla müdahale ettiği durumlarda ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Sistematik Finansal Krizler

Piyasanın etkin bir şekilde işlemesini engelleyerek genelinde şiddetli bir yıkıma yol açan krizlerdir. Potansiyel olarak finansal piyasaların ciddi biçimde bozulmasını ifade etmektedir ve ekonomik, sosyal ve politik yaşamın yapısından ve değişkenliğinden kaynaklanmaktadır.

Dış Kaynaklı Krizler 

Dış kaynaklı krizler ekonomide her şey yolunda giderken umulmadık bir anda harici bir şok nedeniyle oluşan likidite sıkışıklığı ve parasal daralma sonucu yatırımların azalması, hane halkının tüketim harcamalarını kısması ve ekonominin durgunluk sürecine girmesi olarak tanımlanabilir. Artan liberalizasyon ve sermaye mobilizasyonu neticesinde ülkeler tarihin hiçbir döneminde olmadıkları kadar yakın iktisadi ilişki içerisinde bulunmaktadır. Tüm göstergeler olumlu iken bir ülkenin krize girmesini açıklayan tek neden dış kaynaklı bir bozulmanın o ülkeye dolaylı etkisidir. Küresel ölçekli krizlerin her biri yayıldıkları diğer ülkeler için dış kaynaklı krizler sınıfına dâhil edilebilir. Küresel krizlerden etkilenme farklı kanallarla mümkün olabilmektedir. Bu kanallar, dış ticaret kanalı, kredi kanalı ve yatırım kanalıdır. Bir ülkenin ticari partnerlerinden birinde meydana gelen bir kriz, diğer ülkeleri olumsuz etkileyebilmektedir.


BANKACILIK KRİZLERİ ve NEDENLERİ

Bankacılık krizi, finansal sistemde güvenin kaybolmasıyla tasarruf sahiplerinin mevduatlarını geri çekmek için bankalara hücum etme durumudur. İstikrarsız makroekonomik yapı, yetersiz yasal düzenlemeler, yeterli ve etkin gözetim ve denetimin bankacılık sektöründe mevcut olmaması, kredi mantığının oluşmaması gibi nedenler bankacılık sektörünü krize açık bir yapı haline getirmektedir.

 

IMF’e göre “Bir bankacılık krizi, bankaların gerçek ya da potansiyel yükümlülüklerinin, iç konvertibilitede askıya alınmasına neden olan koşullarda ya da başarısızlıklarına ilişkin bir durumu ya da hükümetin büyük ölçekte yardım uzatarak bunu önlemek için müdahale etmek zorunda olduğu bir durumu ifade eder.”

Demirgüç Kunt ve Detragiache’ ye göre sistemik bankacılık krizleri için şu koşullardan en az birinin olması gerektiğini vurgulamaktadır;

·         Bankacılık sisteminde toplam varlıklar içinde geri ödenmeyen kredilerin %10’ u aşması,

·         Banka kurtarma operasyonlarında harcanan tutarın GSYİH’ nin %2’ si olması,

·         Bankacılık sektöründe problemlerin bankaların büyük ölçüde devletleştirilmesi sonucunda ortaya çıkması,

·         Geniş hacimli banka hücumlarının ortaya çıkması veya krize karşı mevduatların dondurulması, mevduat sigorta sisteminin yasallaştırılması gibi acil önlemlerin gündeme gelmesi,

Goldstein ve Turner, bankacılık krizlerinin ortaya çıkmasında neden olan faktörleri sıralamıştır. Bunlar; dışsal ve içsel makroekonomik değişkenlerdeki oynaklık, vade ve kur uyumsuzluğuna bağlı olarak bankacılık sisteminin yükümlülüklerindeki artış, kredilerde ve sermaye girişlerinde aşırı artışlar, varlık fiyatlarında ani kayıplar, altyapısı zayıf finansal liberalizasyon uygulamaları, aşırı kamu müdahalesi ve krediler üzerinde kontrollerin kaybolması, yanlış döviz kuru rejimleri, muhasebeleştirme, şeffaflık ve yasal yapıda eksikliklerdir.

Bankacılık krizlerinin nedenleri olarak yukarıdaki faktörleri kapsayan genel bir sınıflandırma yapılırsa; makroekonomik istikrarsızlık ve bankacılık sektöründeki kurumsal kalitenin, dışsal faktörler ve döviz kuru rejimlerinin, finansal liberalizasyon ve mevduat sigortası uygulamalarının en önemli unsurlar olduğu görülecektir.

Makroekonomik İstikrarsızlık ve Bankacılık Sektöründe Kurumsal Kalite

Makroekonomik yapının bankacılık krizlerinin ortaya çıkmasında anahtar rolü oynadığını ifade edilmiş ve özellikle düşük GSYİH bankacılık sektöründe artan riskle ilişkilendirilmiştir. 

Yüksek faiz oranlarının ve yüksek enflasyonun bankacılık sektörü problemlerinden kaynaklanan riskin en önemli nedenlerinden biri olabileceğini; yüksek enflasyondan dolayı artan nominal faiz oranlarının bankaları vade değiştirme yönünde zorlayacağını ifade etmiştir. Böylece enflasyonu kontrol etmeye yönelik sıkı para politikalarının bankacılık sektöründe istikrarı sağlamaya yönelik olarak tercih edilebileceğini, ancak bu tür politikaların enflasyon istikrar programları bağlamında faiz oranlarında ani artışlara neden olabileceğini; yüksek faiz oranlarının da bankacılık krizlerinin ortaya çıkma olasılığını artırabileceğini vurgulamıştır. 

Bankacılık sistemi, yapılarının doğal gereği olarak güven kayıpları ve nispi fiyat değişimlerine karşı kırılgandırlar. Bankalar genellikle yüksek kaldıraç (düşük sermaye) ve kısmi rezerv esaslarına göre çalışmaktadır. Mevduat sahiplerinin tamamı, mevduatları vadesinde nakde dönüştürmemekte, acil likidite ihtiyaçları veya mevduatın bir kısmı çekilmektedir. Mevduatların aynı anda tamamının çekilmek istenmesi (likidite riski),  kısa vadeli borçları uzun vadeli krediye çeviren bankaları cezalandıracaktır. Bankalardaki vade uyumsuzluğundan kaynaklanan faiz riski, bankaları büyük zararlar karşılığında varlıklarını nakde çevirmeye zorlayacaktır. Merkez bankasının son kredi mercii işlevinin yeterince çalıştırılmaması da mevduat sahiplerinin taleplerinin karşılanmamasına neden olacaktır. Her iki durumda da bankalar büyük zararlarla karşılaşarak kapanmak zorunda kalacaktır. Faiz oranlarındaki aşırı yükselişler de bankaları zor durumda bırakacaktır. Bankaların sahip oldukları varlıkların ve yükümlülüklerin değerleri arasındaki ilişkinin ani bir şekilde değişmesi, banka sermayesinin ve belirli fonların kaybedilmesi veya küçülmesine neden olacağından bankaların kırılganlığı artacaktır.

Hucthison ve McDill’e göre bankacılık sektöründe kırılganlığı artıran diğer bir faktör de, merkez bankası (MB) bağımsızlığıdır. MB’ları son ödünç mercii olarak ekonomide önemli bir rol üstlenmektedir.  Zaman zaman da bankalarla ilgili gözetim, denetim ve düzenleme fonksiyonlarını yerine getirmektedir. Hükümetin isteklerine göre düzenlenen bağımsız bir MB, sorunlu bankalara parasal kaynak sağlama eğiliminde olabileceğinden, ahlaki tehlike sorununa ilave bir mekanizma haline dönüşebilirler. Bu nedenle bağımsız bir MB, finansal kuruluşların üzerinde gözetim, denetim ve düzenleme fonksiyonlarıyla kredibilitesini artıracak şekilde hareket etmelidir.

Dışsal Faktörler ve Döviz Kuru Rejimleri

Gelişmekte olan ülkelerde bankaların varlık ve yükümlülüklerinin değerindeki ani oynaklıklar, hem dışsal hem de birçok içsel kaynaklı olabilmektedir. Dışsal unsurlar; ticaret hadlerindeki aşırı dalgalanmalar, uluslararası faiz oranlarındaki oynaklıklar, özel sermaye hareketleri üzerindeki etkiler ve reel döviz kurlarından kaynaklanmaktadır. Uluslararası faiz oranlarındaki dalgalanmalar, gelişmekte olan ülkelerin fon maliyetini etkilemekte ve yatırımların nispi önemini de değiştirmektedir.

Uluslararası faiz oranlarındaki hareketler, ülkelere giren özel sermaye hareketlerindeki artışta dalgalanmaya neden olmaktadır. Ülkeye giren yabancı sermaye girişlerinin yeterince sterilize edilmemesi, banka mevduatlarını aşırı ölçüde yükseltmekte ve bankaların mevduatlarının daha az güvenilir krediler şeklinde kullanımına neden olmaktadır. Örneğin Güney Doğu Asya Krizi’nde ülkeye giren yabancı sermayenin açık piyasa işlemleriyle yeterince emilmemesi, bankaların ödünç verilebilir fonlarının riskli yatırımlara yöneltmesini sağlamıştır. Genişleme süreci sona erdiğinde ise, istikrarsızlık kaynakları finansal sistemi olumsuz yönde etkilemeye başlamaktadır. Güven kaybı sonucunda sermaye hareketlerinin beklenmedik şekilde ülkeyi terk etmesi ve banka mevduatlarında ani çekilişler, bankaların varlıklılarının zarar görmesine neden olacaktır. Reel döviz kurlarındaki belirsizlik hâli, bankaların yükümlülükleri ve varlıkları arasında döviz kuru ve vade uyumsuzluğu olduğunda bankalar üzerinde doğrudan etkiye neden olurken; kredi talep eden banka müşterilerinde dolaylı olarak büyük kayıplara yol açmaktadır.

Yapılan birçok araştırmada enflasyon oranındaki yüksek değişkenliğin, reel döviz kurundaki artışın ve devalüasyon riskinin bankaların yükümlülüklerini artıracağından kırılganlığa neden olacağını ifade edilmektedir. Mendiz, gelişmekte olan ülkelerde, dışsal şoklar ile bankacılık krizleri arasında güçlü bir ilişkinin varlığını ortaya koymuştur.  Negatif gelir şokları, borçlanma düzeyi ve reel döviz kurları gibi temel makroekonomik faktörlerin krizlerin nihai belirleyicileri olduğunu vurgulamıştır. Özellikle kısa vadeli dış borç düzeyi yüksek olan ülkelerde, ticaret hadleri şokları ve yabancı sermaye çıkışının bankacılık krizlerinin ortaya çıkma olasılığını artırabileceğini vurgulamıştır. Sabit ve katı döviz kuru rejimlerinin uygulandığı döviz kuru sistemlerinde, yabancı sermaye giriş ve çıkışları, bankacılık kanalıyla krizlerin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Esnek döviz kuru uygulayan ülkelerin, yurtiçi ekonomileri üzerinde dışsal şokların etkilerini hafifletebileceğini; böylece bankacılık krizlerinin etkilerinin ortaya çıkma olasılığının azaltılabileceğini vurgulamıştır. Domaç ve Peria, bu görüşü destekler nitelikte sonuçlara ulaşmış ve sabit döviz kuru rejiminin uygulandığı ülkelerde bankacılık krizlerinin reel maliyetinin daha yüksek olduğunu göstermiştir. Honohan ise bankaların dışardan yaptıkları borçlanmaların döviz riskini artırabileceğini; bu riskin resmi rezervler üzerindeki baskıyla hafifletilebileceğini veya devalüasyonla ertelenebileceğini vurgulamıştır.

 

 

Finansal Liberalizasyon ve Mevduat Sigortası

Hucthison ve McDill, finansal liberalizasyon sonrası görülen finansal yapıdaki zayıflık; vade yapısı, uluslararası portföy yatırımlarının döviz kompozisyonu, yurtiçi kredilerin maliyeti ve dağıtımına kadar birçok konuyu kapsayabileceğini; özellikle banka bilançolarının aktif ve pasif tarafında yeni ve alışık olunmayan risklerin hızlı finansal liberalizasyon ve artan piyasa rekabetinin yaşandığı dönemlere rastlaması durumunda, bankaların finansal yapılarındaki kırılganlığının artabileceğini ifade etmişlerdir. Bu şartlar altında, etkisiz gözetim ve denetim ile yetersiz düzenleme politikaları, yeni oluşmaya başlayan rekabetçi ortamda düşük sermaye oranlarına sahip finansal kuruluşları, risk pozisyonlarını artırmaları konusunda motive ederek ahlaki tehlikenin artmasına katkıda bulunacaktır. Ayrıca riskin değerlendirilmesi ve denetimdeki eksiklikler, bankaların ortaya çıkan hatalar konusunda sorumluluktan kaçınmalarına neden olabilecektir. Bununla birlikte, hesap verilebilirlik, şeffaflıkta ve yasal yapıdaki eksiklikler, finansal kuruluşların sorunlarını gizlemeye olanak vereceğinden, mevcut sorunun artmasına daha fazla katkı sağlayacaktır. Giannetti bu tür sorunların önlenmesinde, özellikle sermaye girişlerinin arttığı liberalizasyon döneminde, bankaların sermaye gereksinimlerinin artırılmasının yanında, düzenleme, denetleme ve yasal yapıda yapılacak iyileştirmelerle şeffaflığın artırılması gerektiğini; böylece, bankacılık sektöründe istikrarın korunabileceğini vurgulamışlardır.  Jordon, Peek ve Rosengren ise, bankacılık krizlerinin önlenmesi konusunda IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası organizasyonlar, piyasa disiplininin artırılması ve banka kayıtlarının şeffaf olmasını sağlayıcı uygulamaların hayata geçirilmesini önerse de özellikle kriz şartlarının ortaya çıkmasına neden olan sorunlarla karşılaşıldığında, hükümetlerin sık sık başarısızlığa uğradıklarını veya sorunun ortadan kalkması için doğru adımları atmada geç kaldıklarını ifade etmişlerdir.

Banka mevduatları garanti kapsamında olmadığı zaman, bankaların varlık portföyünün kalitesindeki kötüleşme ve mevduat sahiplerinin fonlarını ani bir şekilde çekme isteği, tüm bankalara zincirleme negatif bir etki yaratacaktır. Bankaların varlıkları likit olmadığı durumda, mevduatın vadesinden önce çabucak çekilme isteği, bankaların borçlarını ödeyememe durumunun başlamasına neden olacaktır. Bankalarda mevduat çekilişine yönelik bir baskı, kendi kendini besleyen bir mekanizmaya dönüşebilmektedir ve bu yapı içerisinde bankalar, kırılgan finansal kuruluşlar haline gelebilmektedir. Bankalara yönelik mevduat çekilişlerindeki artışlar, bankaların yükümlülüklerini karşılayamama riski karşısında, mevduatların sigorta kapsamına alınmasına neden olabilmektedir. Mevduat sigortası, mevduat sahipleri lehine olacak şekilde özel veya kamu sigorta kuruluşları tarafından tam veya kısmi sigorta kapsamına alınabileceği gibi, üstü kapalı da olsa bankaların başarısız olması veya iflas etmesi halinde, hükümet tarafından mevduat sahiplerinin korunacağı veya zararlarının telafi edileceği şeklinde bir güven duygusu da verecek şekilde etkin olarak kullanılabilir.

EKONOMİK KRİZLERİN OLUŞUM MODELLERİ

Krizlerin ekonomik etkilerini ölçmeye yarayan modeller genellikle, Latin Tipi Modeller ve Asya Tipi Modeller olmak üzere iki ana gruba ayrılmaktadır. Latin Tipi Modeller kendi içinde, Spekülatif Atak Modeli ve Kendi Kendini Besleyen Model olarak iki alt grupta yer almaktadır. 1970’li ve 1980’li yıllarda özellikle Latin Amerika ülkelerinde oluşan krizleri açıklamak için geliştirilen Latin Tipi modeller, Birinci Nesil Modeller olarak da isimlendirilmektedir. Bu modellerin temeli Krugman’ın 1979 yılındaki çalışmasına dayanmakta ya da aynı çalışmanın bir devamı niteliğindedir. Bu nedenle bu modele Krugman Modeli de denilmektedir. Bu modele göre sabit kur geçerli iken, iç kredi hacminin para talebinin üstünde artması, yavaş ancak sürekli bir biçimde ülke rezervlerinin azalmasına ve ülke parasına yönelik spekülatif çıkışların artmasına neden olmaktadır. 

Obsfeld’in 1994 yılındaki çalışmasına dayanan İkinci Nesil Modeller ise, sabit döviz kuru sürdürme isteğini, daha genişletici bir para politikası uygulanma zorunluluğunun yarattığı bir çelişkinin sonucu olarak görmektedir.  Kriz konusunda geliştirilen bir başka model ise, Hyman Minsky’in modelidir. Minsky’in geliştirdiği bu model kredi sisteminin istikrarsızlığına yaptığı vurguyla, J. Stuart Mill, Alfred Marshall, Knut Wicksell ve Irving Fisher gibi klasik iktisatçılar tarafından geliştirilen modellerin bir devamı niteliğindedir. Minsky’e göre krize neden olan olaylar, makro-ekonomik sistemde bazı dış etkilere bağlı olarak büyüyen dışsal şokların ağırlık kazanmasıyla ortaya çıkmaktadırlar.

Asya tipi kriz modelleri ise; Yayılmacı Kriz Modeli, Eşgüdüm Başarısızlığı Kriz Modeli ve bu temel modelleri esas alan Diğer Açıklayıcı Yaklaşım ve Kriz Modelleri olmak üzere üçlü bir sınıflandırmaya tabi tutulmaktadırlar. Bunlardan en yaygın olanı Yayılmacı Kriz Modelidir. Krizlerin yayılmacı bir özellik arz etmesi Latin tipi krizlerde de görülmesine karşın, Asya tipi krizlerde bu özellik daha baskındır. Bu modele göre her hangi bir ülkede ortaya çıkan kriz, diğer ülkelerle ilişkilendirilmektedir. Diğer bir ülkeyle ortak özellik taşımayan bir kriz bile, ülkeden diğerine çeşitli kanallarla ulaşabilmektedir. Diğer Açıklayıcı Yaklaşım ve Kriz Modelleri oluşan krizleri; dış faktör etkisine, kendi kendini yaratan paniklere, finansal baloncuk ve yatırımların azalan marjinal verimliliğine, sorunlu bankacılık sistemi ve piyasa kırılganlıklarına, IMF’nin krizlere yaklaşımına ve uluslararası sermaye piyasalarında yaşanan aşırı ve ani değişmelere dayandırmaktadırlar.

BANKACILIK KRİZLERİNİN MALİYETLERİ

Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında; yükselen piyasa ekonomilerinde finansal krizlerin ve bankacılık krizlerinin maliyeti belirgin bir şekilde fazladır. Gelişmiş olan ülkeler finansal ve bankacılık krizlerinden gelişmekte olan ülkelere göre ortalama daha kısa zamanda kurtulurken, krizlerin sıklığı ve maliyeti sanayileşmiş ülkelerden daha fazladır.1975-1997 yılları arasında belirlenen 54 bankacılık krizinden 42’si gelişmekte olan ülkelerde meydana gelmişken gelişmiş ülkelerde sadece 12 bankacılık krizi meydana gelmiştir. Yapılan çalışmalar IMF’ ye üye ülkelerin en az üçte ikisinde önemli bankacılık sektörü sorunları yaşandığını ve 250 milyar doları aşan bir kaybın ortaya çıktığını; diğer taraftan ise IMF’ e üye ülkelerin dörtte üçünde ise (yaklaşık 130 ülke) önemli bankacılık sorunlarıyla karşılaştıklarını göstermektedir.

TÜRKİYE’ DE BANKACILIK KRİZLERİ

Kapitalizmin gelişme sürecinde yaşanan en büyük kriz olma özelliğini koruyan, 1929 Dünya Buhranı’nın etkileri geçtikten sonra 1960’ların sonlarına kadar dünya ekonomisinde büyük boyutlu bir ekonomik ve finansal krize rastlanmamaktadır.

Cumhuriyet tarihimizin, pek çok ekonomik krize sahne olduğu bilinmektedir. Bunların bazılarını dış kaynaklı gelişmelere bağlamak mümkündür. Örneğin 1929 Büyük Dünya Krizi ve II. Dünya Savaşı, Kore Savaşı, Körfez Savaşı gibi. Olaylar ülkemiz ekonomisini önemli derecede olumsuz etkilemiştir. Krizlerin büyük bir kısmı ise, kendi ekonomik politikalarımızdaki yetersizlikten ve önlem almada ortaya çıkan gecikmelerden kaynaklanmaktadır. Gerek 1980 öncesinde ve gerekse 1980 sonrasında yaşanan ekonomik krizlerin büyük bir bölümünde, yüksek kur ayarlamalarının önemli bir payı olduğu düşünülmektedir. Bunun en başlıca nedeni döviz rezervlerindeki yetersizliklerdir. Çünkü olumsuz ekonomik koşullarda döviz rezervleri süratle tükenmekte, kurlarda ani ve öngörülemeyen yükselişler yaşanmakta,  ülke parası süratle değer yitirmekte ve bu olumsuz gelişmeler piyasaları daha da kırılgan yaparak krizleri tetiklemektedir. 

Türkiye, 1970’li yılların sonunda arka arkaya gelen ekonomik krizler yaşamıştır. Türkiye ekonomisinde 1974 yılından itibaren çok ciddi bunalım belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak, tüm bu olumsuz belirtilere rağmen dönemin hükümeti bu olumsuzlukları değerlendirip radikal tedbirler alacağı yerde, sorunu görmezden gelmiştir. 

1978 yılına gelindiğinde ekonomik bunalım ciddi boyutlara varmıştır. Bu bunalımdan çıkmak için bir dizi ekonomik önlem alınmaya başlanmıştır. Ancak alınan bu önlemler sorunun özüne inmediği, alınan politika demeti bir iç bütünlük arz etmediği ve dönemin hem iç hem de dış koşulları bunların uygulanmasına olanak tanımadığı için alınan tüm bu önlemler başarıyı getirememiştir.

1978-1979 yıllarında uygulamaya konan istikrar önlemeleri ödemeler dengesi üzerinde kısa dönemli bir iyileşme sağladıysa da, enflasyonla mücadelede etkili olamamıştır. 1977 yılında %43.8 olan enflasyon oranı 1979’da %71.1’e yükselmiştir. İmalat sanayinde atıl kapasitenin artmasıyla da büyüme hızı negatif değerler almıştır. Tüm bu olumsuz etkenler, daha önce alınan istikrar tedbirlerinin yeterli olmadığını ortaya koymuştur. 1979 yılının sonlarında ekonomik krizin son sınırlarına vardığı sırada iktidara gelen yeni hükümet 24 Ocak 1980’de IMF, Dünya Bankası ve OECD’nin temsil ettiği yabancı sermaye gruplarının da desteğini arkasına alarak ekonomide köklü dönüşümleri amaçlayan bir istikrar programını uygulamaya koymuştur.

Türkiye, 1980 öncesinde pek çok ekonomik krize sahne olmasına karşın en derin etkinin yaşandığı krizler, 1980 sonrasına ait olanlardır. Ülkemizde 1980 sonrası yaşanan ekonomik krizlerin belki en önemlileri; 1994, 1998 ve 2001 yıllarında yaşananlarıdır. Bunda 1980 sonrası uygulanan dışa açık ekonomi politikalarının büyük rolü vardır. Esasen 1994’te kendini gösteren kriz, Türkiye ekonomisinde 1990’dan itibaren var olan dengesizliklerin bir yansımasıdır.

1994 Krizi

1990 yılından itibaren finansal ve reel kesimden alınan vergilerde ciddi bir artış yokken, kamu kesiminde ücretler büyük ölçüde artırılmıştır.  Bu artışlar, borçlanmayla sürdürülmeye çalışılmıştır. Böylece kamunun artan borçlanma talebi, faiz oranlarını ve faiz ödemelerini aşırı yükseltmiştir. Bu dönemde, spekülatif şişkinlikleri sınırlayacak ve sermaye girişlerinin vadesini uzatacak vergileme gibi önlemler alınmamış, uygulanan bu yanlış politikalar yüzünden sermaye girişleri yönetimi karşısında başarısız olunmuştur. Sonuçta 1994 Ocak ayında döviz kurları 19000 TL/$ iken, Nisan 1994’te tam iki kat artarak 38000 TL/$’a yükselmiş ve uluslararası rezervler 3 milyar dolara düşmüştür. Böyle bir durumda sabit kur ile uyumlu olmayan para politikası, krizin çıkmasına neden olmuştur. Bu yönü ile 1994 krizi, Birinci Nesil Kriz Modellerine benzemektedir. 5 Nisan 1994’te dengeleri yeniden kurmak için önlemler paketi açıklamak zorunda kalınmış ve yıllık faiz oranları %400’ler gibi inanılmaz düzeylere ulaşmıştır. Alınan bu önlemler bir yandan döviz girişlerini artırırken, diğer yandan da dolarizasyonu körüklemiştir. Yani kriz öncesi etkili olan dengesizlikler, kriz sonrasında da devam etmiştir. 17 Ağustos Depremi bu dengesizlikleri daha da büyütmüş ve Aralık 1999’da IMF’le yeni bir istikrar programına gidilmiştir.

1994 ekonomik krizinde dövize karşı meydana gelen aşırı talep sonucunda rezervler hızla düşmüş ve bunun engellenememesi dövizin devalüe edilmesini zorunlu hale getirmiştir.1994 yılında yaşanan ekonomik krizde bankacılık sistemi hızla küçülmüş ve öz kaynaklarının önemli bir bölümünü kaybetmiştir. 1994 ekonomik krizi ile bankacılık sektöründe meydana gelen bazı önemli gelişmeler şunlardır;

·         Türkiye’de faaliyet gösteren yerli ve özel bankalar 1994 krizinde toplam varlıklarının %33’ünün kaybetmişlerdir.

·         1994’ün ilk yarısında bankalardaki toplam mevduat %14,7 oranında azalmıştır.

·         1994 krizinde bankalara karşı oluşan güvensizliğe karşılık devlet 1994 Nisan ayı sonunda mevduata % 100 garanti sağlamıştır.

 

Kasım 200 ve Şubat 2001 Krizleri

Aralık 1999’da IMF’ye verilen niyet mektubunda 2000 yılı sonu itibariyle enflasyon oranı TÜFE olarak %25’e, 2001 yılı sonu itibariyle %10- 12 Aralığına ve 2002 yılı sonu itibariyle de tek haneye düşürüleceği amaçlanmıştır. Bu programda ekonomik ve sosyal yapıyı büyük ölçüde etkileyecek çok sayıda yapısal reform yer almakla birlikte, döviz kurunun nominal çapa olarak kullanılması, programın başında yüksek döviz girişlerine bağlı olarak faiz oranlarını süratle aşağı çekmiştir. Faiz oranlarındaki bu yüksek düşüşün yatırımları artırması beklenirken daha çok bireylerin tasarruf eğilimini azaltmış ve tüketim talebinin aşırı bir biçimde artmasına neden olmuştur. Artan bu tüketim talebi ithalatı tetikleyerek dış ticaret açıklarını büyütmüş, aynı zamanda da enflasyonu körüklemiştir. Ortaya çıkan bu olumsuzluk zamanında düzeltici bir kur ayarlaması ile giderilemediği için dengeler yeniden bozulmuş ve bu durum ülkeyi 2001 krizine taşımıştır. Yapısal reformların tamamlanamaması, düzeltici kur ayarlamalarında geç kalınması,  kısa süreli sermaye girişlerine engel olunamaması, bankacılık sektöründe yapılması gereken düzenlemelerin gecikmesi, bu programı başarısızlığa götüren başlıca unsurlar olarak düşünülmektedir.

Türkiye’de art arda gelen Kasım krizi ve Şubat krizi, mali nitelikli krizlerdir. Bu tip krizlerin para piyasasındaki yansıması faiz ve kurlardaki artıştır. Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri bankacılık sektörünün içinde bulunduğu sorunları daha da ağırlaştırmış ve yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. Bankacılık sektörü Kasım krizi sonrası faiz riski, Şubat krizi sonrası ise hem faiz hem de kur riski sonucu önemli kayıplarla karşı karşıya kalmıştır. Kasım 2000 krizinin ortaya çıkmasının nedeni, elinde büyük miktarda devlet iç borçlanma senedi (DİBS) bulunan bir Türk bankasının kredi kanallarının kapatılması nedeniyle elindeki DİBS’ ni ikinci el piyasada satışa çıkarması sonucu faiz oranlarının sınırsızca yükselmesidir. Kriz döneminde faiz oranındaki hızlı artış bir yandan fonlanama maliyetlerini yükseltmek, diğer yandan menkul değerler cüzdanının piyasa değerini azaltmak suretiyle banka bilançolarını olumsuz yönde etkilemiştir.

Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizlerinden sonra bankaların sağlıklı bir yapıya kavuşturulabilmeleri için 2001 Mayıs ayında “Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı” uygulamaya konulmuştur. Ekim 2003 itibariyle bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılmasının ülkeye maliyeti 47,2 milyar dolardır.

Özetle Şubat 2001 krizi sonrasında; ekonomi %8,5-9 oranında daralmış, ulusal gelir 51 milyar dolar azalmış, kişi başına gelir 725 dolar gerilemiş, 19 banka kapanmış, 1,5 milyon kişi işsiz kalmış %30’lara düşen enflasyon %70’i aşmış, hazine faiz ödemeleri %101 kat artmış ve iç borç stoku 2000 yılının dört katına ulaşmıştır.

FİNANSAL KRİZLERİN TÜRK BANKACILIK SEKTÖRÜNE ETKİLERİ

1929 Krizi (Büyük Bunalım)

Hacmi, etki alanı ve süreci itibariyle modern dünyanın en ağır ekonomik bunalımı 1929 Krizi olmuştur. Mali piyasalarda baş gösteren büyük bir panik, haftalar içinde reel sektöre yansımıştır. Oysaki 1920’lerde ekonomi çok iyi gidiyordu. Amerikalılar, Birinci Dünya Savaşının acılarını geride bırakmışlar, ekonomilerini yeniden yapılandırmaya girişmişlerdi. Müthiş bir teknoloji ve üretim patlaması yaşıyorlardı. Otomotivden, enerjiye kadar akla gelebilecek her sektörden her gün yeni bir buluşun haberi geliyordu. Diğer yandan elektrik ve radyo, evlere giriyordu. Sanayiciler kazançlarını yeni fabrikalara, yeni makinelere, yeni işçilere yatırıyorlardı. Ücretler artıyordu, tüketim artıyordu. Borsa devamlı yükseliyordu. İyimser olmamak, geleceğe güven duymamak için hiçbir neden yoktu. 1920’ler Amerikalıların değişen yaşam biçimini yansıttığı için “Kükreyen 20’ler” olarak anılmıştı. Kükreyen 20’lerin en önemli buluşlarından birisi de seri üretimdi. Bu seri üretim tekniğinin sağladığı verimlilik, ekonomide büyümeyi hızlandırırken, tüm sektörlerde teknoloji hızla kullanılmaya başlanmıştı. 

Büyük Bunalım’ın nedenleri konusunda ekonomistler arasında tam olarak bir fikir birliği yoktur. Bu sürecin tanımlanan karakteristikleri, çoğunlukla ekonomik bakımdan büyük çapta çöküştür. 1929 yazının başlangıcını izleyen dört yılda, finansal piyasalar ve kurumlar, emek piyasaları ve uluslararası para akımları ve mal piyasalarının işlevleri neredeyse tamamen sona ermiştir.1929 yılında Büyük Buhran başlangıcı ile olumsuz etkileri Türk ekonomisini vurmaya başladı. Ödemeler bilançosu açığı, özellikle dış ticarette "Türk Parası Kıymetini Koruma Kanunu" yapmaya Şubat 1930'da hükümeti zorladı. Türk Merkez Bankası Kanunu 11 Haz 1930 tarihinde kabul edildi ve Merkez Bankası, Osmanlı Bankası işlevlerini devralmaya 3 Ekim 1930 tarihinde başlamıştır. Bu nedenle depresyon yurt içi satışlarda düşüş dolayısıyla mali sorunlar ile satılmayan stoklar ile ticari özel sektöre bıraktı. Depresyona rağmen Türkiye 1929-1933 döneminde% 7,5 ortalama yıllık büyüme oranı deneyimli olmasına rağmen sadece o zaman Başbakan İsmet İnönü'nün liderliğindeki hükümet çevrelerinde birçok, "liberal" ekonomik rejimi altında elde edilen sonuçlar ile memnuniyetsizliği dile getirdi. İnönü ilk Sivas'ta yaptığı konuşmada açıkça "devletçilik" olarak nitelendirdi.

1929 Türkiye’nin ekonomik krizle tanıştığı yıl olmasından dolayı, tüm dünyada etkili olan kriz Türkiye’de de ciddi sıkıntılara sebep olmuş buna Osmanlı’dan kalan borçların da eklenmiş ve bu dönemde Türk parasının değeri düşmüştür. Türk parasında görülen nispi istikrar 1929 yılında birden bire bozulmaya başladı. Bunun nedenleri şunlardır. 

1929 yılında Türk parasının değerinin en önemli düşme nedeni, 1929 yılında ödemeler bilançosu açıklarının birden bire iki katına çıkarak 101 milyon liraya ulaşmasıydı. Kötü hava koşulları ve dünya ekonomik krizinin sonucu olarak ihraç mallarımızın fiyatlarında hâsıl olan düşüşler ihracatımızın değerini 155 milyon liraya düşürmüştür.

Yeni uygulamaya konulacak 1499 sayılı gümrük tarifesinin resimleri çok fazla yükselteceğini düşünen spekülatörler büyük miktarda mal ithal ederek ithalat hacmimizin 286,2 milyon liraya ulaşmasına neden olmuştur. Hükümetin o dönemde bayındırlık programlarını yürütmeye hızla devam etmesi de ithalatı arttırmıştır. 1929 yılından itibaren ödemeler bilânçosunda Duyun-u Umumiye idaresiyle yapılan anlaşmaya göre Osmanlı döneminden Kalan borç taksitleri de yer almaya başlamıştır. Nihayet Demiryolları ve Haydarpaşa liman tesisleriyle ilgili taksit ödemelerinin ödemeler bilançomuz üzerinde olumsuz etkileri olmuştur. 

Bilindiği gibi 1929 yılına kadar Cumhuriyet Hükümetleri Osmanlı döneminden kalan evrak-ı nakdiye miktarını arttırmamıştı. Hatta reel anlamda para arzında bir gerileme söz konusuydu. Hükümetin uzun zaman para politikası açısından pasif tutumu, özellikle tarımsal yapısı gereği mevsimlik dalgalanmalarla karşı karşıya olan ülkemizde olumsuz etkileri olmuştur.

1997 Güney Doğu Asya Krizi

Güney Doğu Asya Krizi, 2 Temmuz 1997 yılında Tayland para birimi Baht’ ın %15 oranında devalüe edilerek dalgalanmaya bırakılması ile ortaya çıkmıştır. Kriz Tayland’dan diğer Asya ülkelerine (Endonezya, Malezya, Filipinler, Güney Kore, Japonya) sıçrayarak Asya Krizi olarak adlandırılmış ve daha sonra dünyanın çeşitli bölgelerini etkisi altına almıştır.

Asya Krizi’nin Türkiye Ekonomisi üzenindeki ilk etkileri Ekim 1997 tarihinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Asya Krizi’nin Türkiye mali piyasaları üzerindeki etkileri taşıdığı bazı özellikler nedeniyle beklenenden az olmuştur. Bu özellikler şunlardır;

·         Türkiye ekonomisinin globalleşme derecesi diğer benzer ülkelere göre daha düşüktür. Bu nitelik olumsuzluk gibi gözükse de kriz döneminde ülkeyi korumakta ve krizin bulaşıcı etkisini azaltmaktadır.

·         Kur politikası reel ekonomimizin rekabetçi düzeyini düşürmeyen, istikrarlı, tahmin edilebilir ve sabit rejime bağlı olmayan biçimde yönlendirmektedir. Bu politikalar döviz krizinin çıkmamasında en önemli unsurlardan birisidir.

·         Kısa vadeli faiz oranları Merkez Bankası’nın elindeki en önemli araçlardandır. Bu da kriz ortamında etkili bir şekilde kullanılmaktadır.

·         Türkiye ekonomisi, son yıllar itibariyle rezervlerinde hep yüksek düzeyde bulunmuştur. Kriz ortamlarında bu yükseklik döviz piyasalarının istikrarı için avantaj sağlamaktadır.

1998 Rusya Krizi

1997 Güney Doğu Asya Krizi’nden bir yıl sonra 28 Ağustos 1998 yılında Rusya’nın para birimi Ruble’nin devalüe edilmesi ve dalgalanmaya bırakılmasıyla Rusya Krizi ortaya çıkmıştır. Rusya, Güney Doğu Asya Krizi nedeniyle ortaya çıkan kaynak bulma zorluğu veya mevcut uluslararası kaynakların maliyetlerinin artması probleminden etkilenmiştir.

Rusya’ da yaşanan krizde Türkiye’yi diğer ülkelerden farklı kılan krizden belki de daha fazla etkilenmesine yol açan iki ülkenin yakınlığına bağlı olarak yaşanan ikili ekonomik ve ticari ilişkilerin boyutudur.1998 yılında yaşanan Rusya Krizi, Dış ticaret kanalıyla Türkiye ekonomisini olumsuz etkilemiştir.

Kriz sonrası Türkiye’de mali sektör küçülmüş, diğer yandan kamu kesiminin yüksek borçlanma gereğinden dolayı reel faizler yükselmiştir. Kamu kesimi kaynak ihtiyacını iç piyasadan sağlamak zorunda kalmış ve böylece reel faizler yükselmiş, özel sektörün kullanabileceği kredi miktarı azalmıştır. Bu nedenle Ağustos ayından itibaren yatırımlar açısından finansman imkânı daralırken finansman maliyetleri önemli ölçüde yükselmiştir. Güney Doğu Asya ve Rusya Krizlerinin Türkiye Ekonomisi üzerindeki etkisi sınırlı kalmış, büyük dalgalanmalar oluşturmamıştır. Bunun nedeni Türkiye’nin ithalat ve ihracatının en az yarısının AB üyesi ülkelerle olmasıdır.

2007-2008 Küresel Finansal Kriz

Küresel Finansal Kriz Temmuz 2007’de ABD’de sub-prime mortgage kredilerinin geri dönüşümlerinde yaşanan sorunla birlikte ilk işareti ortaya çıkmış ve Eylül 2008’de Lehman Brothers yatırım bankasının iflası ile derinleşerek küresel bir hal almıştır. Bu tanımlama aslında krizin iki çok önemli özelliğini de göstermektedir. Birincisi, küresel oluşu, ikincisi ise küresel şartların daha çok finans sektörü ile ilgili olmasıdır. Küresel Finansal Krizin bütün öteki krizlerden farkı bunun tam anlamıyla küresel bir kriz olması ve dünyadaki bütün ülkeleri etkilemiş olmasıdır.

2007-2008 Küresel finansal Krizi’nin temel nedeni ABD gayrimenkul sektöründe başlayan hızlı ve denetimden uzak büyümedir. ABD finans sistemindeki derecelendirme kuruluşları ile bankalar yeteri kadar denetim altına alınmamış olması krizin oluşumuna katkı veren en önemli faktör olduğu düşünülmektedir. ABD’ de finansal sistemin aşırı risk üstlenmesinin yanı sıra bu aşırı risk ile ilgili göstergelerin dikkate alınmaması krizin etkisini arttırmıştır.

IMF tarafından 2008 yılının Ekim ayında yayınlana Finansal İstikrar Raporu’na göre finansal kesimin tahmini kayıpları 1,4 trilyon dolar civarındadır. ABD’deki bu toplam kayba, küresel bankacılık, sigorta şirketleri, emeklilik fonları, hedge fonlar ve diğerlerinin kayıpları eklendiğinde 2008 yılında yaklaşık 3 trilyon dolarlık bir kayıp ortaya çıkmaktadır.

Gelişmiş ülkelerdeki birçok büyük ve küçük bankanın milyarlarca dolar zararla ve iflasla etkilendiği 2008 krizinden, Türkiye bankacılığı etkilenmemiştir. 2000-2001 krizinde çok büyük olumsuzluklar yaşayan ve buna bağlı olarak da yapısal reformlarını tamamlayan Türkiye bankacılık sektörü, güçlü altyapısı ile küresel ekonomik krize karşı sağlam kalarak özgüvenini tazelemiştir. Global krizin temelini oluşturan “sub-prime” martgage olarak da adlandırılan kredi türev ürünlerine yatırım yapılmaması, ayrıca güçlü aktif kalitesi, likidite yapısı, sermaye yeterliliği, risk yönetimi ve iç kontrol sistemlerine sahip olmaları, Türk bankacılık sisteminde krizden etkilenmeyi önlemiştir.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder