KRİZ KAVRAMI
Kriz kelimesi Yunanca ”krisis”
sözcüğünden gelmektedir. Kelime anlamı ise karar vermektir. Kriz kavramının tanımı
son derece geniştir. Sosyal bilimlerin doğası gereği ortak bir tanım üzerinde
uzlaşıya varılamamış olmasına rağmen yapılan farklı tanımlar hep aynı payda da
birleşmiştir. Kriz, ekonominin dengeli
bir durumdan dengesiz bir duruma ya da istikrarlı bir durumdan istikrarsız bir
duruma düşmesi olarak ta tanımlanabilir.
FİNANSAL KRİZ TÜRLERİ
Para Krizi
Son yıllarda üzerinde en çok
tartışılan kriz türü para krizidir. Para krizi, ulusal paraya olan güvenin
kaybolması nedeniyle, spekülasyon amacıyla ülkeye gelen fonların hızlı bir
şekilde ülkeyi terk etmeye başlaması ve merkez bankasının bu spekülatif
saldırıya karşı kuru koruyamayarak ulusal paranın değerinin düşürülmesi veya
dalgalanmaya bırakılması olarak tanımlanabilir.
Bankacılık Krizleri
Bankacılık krizinin, genellikle
bankaların yükümlülüklerini yerine getiremeyerek ertelemeye zorlayan, banka
başarısızlıkları ve banka iflasları durumunda; mevduatların kendilerine
ödenmeyeceği şüphe ve korkusu ile banka müşterilerinin bir veya daha fazla
bankadan kaçışları durumunda; geniş ölçüde geri dönmeyen kredilerin yaşanması
halinde veya hükümetlerin bu durumu önlemek için kurtarma yada kamulaştırma
operasyonlarıyla müdahale ettiği durumlarda ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
Sistematik Finansal Krizler
Piyasanın etkin bir şekilde
işlemesini engelleyerek genelinde şiddetli bir yıkıma yol açan krizlerdir.
Potansiyel olarak finansal piyasaların ciddi biçimde bozulmasını ifade
etmektedir ve ekonomik, sosyal ve politik yaşamın yapısından ve değişkenliğinden
kaynaklanmaktadır.
Dış Kaynaklı Krizler
Dış kaynaklı krizler ekonomide
her şey yolunda giderken umulmadık bir anda harici bir şok nedeniyle oluşan
likidite sıkışıklığı ve parasal daralma sonucu yatırımların azalması, hane
halkının tüketim harcamalarını kısması ve ekonominin durgunluk sürecine girmesi
olarak tanımlanabilir. Artan liberalizasyon ve sermaye mobilizasyonu
neticesinde ülkeler tarihin hiçbir döneminde olmadıkları kadar yakın iktisadi
ilişki içerisinde bulunmaktadır. Tüm göstergeler olumlu iken bir ülkenin krize
girmesini açıklayan tek neden dış kaynaklı bir bozulmanın o ülkeye dolaylı
etkisidir. Küresel ölçekli krizlerin her biri yayıldıkları diğer ülkeler için
dış kaynaklı krizler sınıfına dâhil edilebilir. Küresel krizlerden etkilenme
farklı kanallarla mümkün olabilmektedir. Bu kanallar, dış ticaret kanalı, kredi
kanalı ve yatırım kanalıdır. Bir ülkenin ticari partnerlerinden birinde meydana
gelen bir kriz, diğer ülkeleri olumsuz etkileyebilmektedir.
BANKACILIK KRİZLERİ ve
NEDENLERİ
Bankacılık krizi, finansal
sistemde güvenin kaybolmasıyla tasarruf sahiplerinin mevduatlarını geri çekmek
için bankalara hücum etme durumudur. İstikrarsız makroekonomik yapı, yetersiz
yasal düzenlemeler, yeterli ve etkin gözetim ve denetimin bankacılık sektöründe
mevcut olmaması, kredi mantığının oluşmaması gibi nedenler bankacılık sektörünü
krize açık bir yapı haline getirmektedir.
IMF’e göre “Bir bankacılık krizi,
bankaların gerçek ya da potansiyel yükümlülüklerinin, iç konvertibilitede
askıya alınmasına neden olan koşullarda ya da başarısızlıklarına ilişkin bir
durumu ya da hükümetin büyük ölçekte yardım uzatarak bunu önlemek için müdahale
etmek zorunda olduğu bir durumu ifade eder.”
Demirgüç Kunt ve Detragiache’ ye
göre sistemik bankacılık krizleri için şu koşullardan en az birinin olması
gerektiğini vurgulamaktadır;
·
Bankacılık sisteminde toplam varlıklar içinde
geri ödenmeyen kredilerin %10’ u aşması,
·
Banka kurtarma operasyonlarında harcanan tutarın
GSYİH’ nin %2’ si olması,
·
Bankacılık sektöründe problemlerin bankaların
büyük ölçüde devletleştirilmesi sonucunda ortaya çıkması,
·
Geniş hacimli banka hücumlarının ortaya çıkması
veya krize karşı mevduatların dondurulması, mevduat sigorta sisteminin
yasallaştırılması gibi acil önlemlerin gündeme gelmesi,
Goldstein ve Turner, bankacılık
krizlerinin ortaya çıkmasında neden olan faktörleri sıralamıştır. Bunlar; dışsal
ve içsel makroekonomik değişkenlerdeki oynaklık, vade ve kur uyumsuzluğuna
bağlı olarak bankacılık sisteminin yükümlülüklerindeki artış, kredilerde ve
sermaye girişlerinde aşırı artışlar, varlık fiyatlarında ani kayıplar,
altyapısı zayıf finansal liberalizasyon uygulamaları, aşırı kamu müdahalesi ve
krediler üzerinde kontrollerin kaybolması, yanlış döviz kuru rejimleri,
muhasebeleştirme, şeffaflık ve yasal yapıda eksikliklerdir.
Bankacılık krizlerinin nedenleri
olarak yukarıdaki faktörleri kapsayan genel bir sınıflandırma yapılırsa;
makroekonomik istikrarsızlık ve bankacılık sektöründeki kurumsal kalitenin,
dışsal faktörler ve döviz kuru rejimlerinin, finansal liberalizasyon ve mevduat
sigortası uygulamalarının en önemli unsurlar olduğu görülecektir.
Makroekonomik İstikrarsızlık ve Bankacılık Sektöründe Kurumsal Kalite
Makroekonomik yapının bankacılık
krizlerinin ortaya çıkmasında anahtar rolü oynadığını ifade edilmiş ve
özellikle düşük GSYİH bankacılık sektöründe artan riskle
ilişkilendirilmiştir.
Yüksek faiz oranlarının ve yüksek
enflasyonun bankacılık sektörü problemlerinden kaynaklanan riskin en önemli
nedenlerinden biri olabileceğini; yüksek enflasyondan dolayı artan nominal faiz
oranlarının bankaları vade değiştirme yönünde zorlayacağını ifade etmiştir.
Böylece enflasyonu kontrol etmeye yönelik sıkı para politikalarının bankacılık
sektöründe istikrarı sağlamaya yönelik olarak tercih edilebileceğini, ancak bu
tür politikaların enflasyon istikrar programları bağlamında faiz oranlarında
ani artışlara neden olabileceğini; yüksek faiz oranlarının da bankacılık
krizlerinin ortaya çıkma olasılığını artırabileceğini vurgulamıştır.
Bankacılık sistemi, yapılarının
doğal gereği olarak güven kayıpları ve nispi fiyat değişimlerine karşı
kırılgandırlar. Bankalar genellikle yüksek kaldıraç (düşük sermaye) ve kısmi
rezerv esaslarına göre çalışmaktadır. Mevduat sahiplerinin tamamı, mevduatları
vadesinde nakde dönüştürmemekte, acil likidite ihtiyaçları veya mevduatın bir
kısmı çekilmektedir. Mevduatların aynı anda tamamının çekilmek istenmesi
(likidite riski), kısa vadeli borçları
uzun vadeli krediye çeviren bankaları cezalandıracaktır. Bankalardaki vade
uyumsuzluğundan kaynaklanan faiz riski, bankaları büyük zararlar karşılığında
varlıklarını nakde çevirmeye zorlayacaktır. Merkez bankasının son kredi mercii
işlevinin yeterince çalıştırılmaması da mevduat sahiplerinin taleplerinin
karşılanmamasına neden olacaktır. Her iki durumda da bankalar büyük zararlarla
karşılaşarak kapanmak zorunda kalacaktır. Faiz oranlarındaki aşırı yükselişler
de bankaları zor durumda bırakacaktır. Bankaların sahip oldukları varlıkların
ve yükümlülüklerin değerleri arasındaki ilişkinin ani bir şekilde değişmesi,
banka sermayesinin ve belirli fonların kaybedilmesi veya küçülmesine neden
olacağından bankaların kırılganlığı artacaktır.
Hucthison ve McDill’e göre bankacılık
sektöründe kırılganlığı artıran diğer bir faktör de, merkez bankası (MB)
bağımsızlığıdır. MB’ları son ödünç mercii olarak ekonomide önemli bir rol
üstlenmektedir. Zaman zaman da
bankalarla ilgili gözetim, denetim ve düzenleme fonksiyonlarını yerine
getirmektedir. Hükümetin isteklerine göre düzenlenen bağımsız bir MB, sorunlu bankalara
parasal kaynak sağlama eğiliminde olabileceğinden, ahlaki tehlike sorununa
ilave bir mekanizma haline dönüşebilirler. Bu nedenle bağımsız bir MB, finansal
kuruluşların üzerinde gözetim, denetim ve düzenleme fonksiyonlarıyla
kredibilitesini artıracak şekilde hareket etmelidir.
Dışsal Faktörler ve Döviz Kuru Rejimleri
Gelişmekte olan ülkelerde
bankaların varlık ve yükümlülüklerinin değerindeki ani oynaklıklar, hem dışsal
hem de birçok içsel kaynaklı olabilmektedir. Dışsal unsurlar; ticaret
hadlerindeki aşırı dalgalanmalar, uluslararası faiz oranlarındaki oynaklıklar,
özel sermaye hareketleri üzerindeki etkiler ve reel döviz kurlarından
kaynaklanmaktadır. Uluslararası faiz oranlarındaki dalgalanmalar, gelişmekte
olan ülkelerin fon maliyetini etkilemekte ve yatırımların nispi önemini de
değiştirmektedir.
Uluslararası faiz oranlarındaki
hareketler, ülkelere giren özel sermaye hareketlerindeki artışta dalgalanmaya
neden olmaktadır. Ülkeye giren yabancı sermaye girişlerinin yeterince sterilize
edilmemesi, banka mevduatlarını aşırı ölçüde yükseltmekte ve bankaların
mevduatlarının daha az güvenilir krediler şeklinde kullanımına neden
olmaktadır. Örneğin Güney Doğu Asya Krizi’nde ülkeye giren yabancı sermayenin
açık piyasa işlemleriyle yeterince emilmemesi, bankaların ödünç verilebilir
fonlarının riskli yatırımlara yöneltmesini sağlamıştır. Genişleme süreci sona erdiğinde
ise, istikrarsızlık kaynakları finansal sistemi olumsuz yönde etkilemeye
başlamaktadır. Güven kaybı sonucunda sermaye hareketlerinin beklenmedik şekilde
ülkeyi terk etmesi ve banka mevduatlarında ani çekilişler, bankaların
varlıklılarının zarar görmesine neden olacaktır. Reel döviz kurlarındaki belirsizlik
hâli, bankaların yükümlülükleri ve varlıkları arasında döviz kuru ve vade
uyumsuzluğu olduğunda bankalar üzerinde doğrudan etkiye neden olurken; kredi
talep eden banka müşterilerinde dolaylı olarak büyük kayıplara yol açmaktadır.
Yapılan birçok araştırmada
enflasyon oranındaki yüksek değişkenliğin, reel döviz kurundaki artışın ve
devalüasyon riskinin bankaların yükümlülüklerini artıracağından kırılganlığa
neden olacağını ifade edilmektedir. Mendiz, gelişmekte olan ülkelerde, dışsal
şoklar ile bankacılık krizleri arasında güçlü bir ilişkinin varlığını ortaya
koymuştur. Negatif gelir şokları,
borçlanma düzeyi ve reel döviz kurları gibi temel makroekonomik faktörlerin
krizlerin nihai belirleyicileri olduğunu vurgulamıştır. Özellikle kısa vadeli
dış borç düzeyi yüksek olan ülkelerde, ticaret hadleri şokları ve yabancı
sermaye çıkışının bankacılık krizlerinin ortaya çıkma olasılığını
artırabileceğini vurgulamıştır. Sabit ve katı döviz kuru rejimlerinin uygulandığı
döviz kuru sistemlerinde, yabancı sermaye giriş ve çıkışları, bankacılık
kanalıyla krizlerin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Esnek döviz
kuru uygulayan ülkelerin, yurtiçi ekonomileri üzerinde dışsal şokların
etkilerini hafifletebileceğini; böylece bankacılık krizlerinin etkilerinin
ortaya çıkma olasılığının azaltılabileceğini vurgulamıştır. Domaç ve Peria, bu
görüşü destekler nitelikte sonuçlara ulaşmış ve sabit döviz kuru rejiminin
uygulandığı ülkelerde bankacılık krizlerinin reel maliyetinin daha yüksek olduğunu
göstermiştir. Honohan ise bankaların dışardan yaptıkları borçlanmaların döviz
riskini artırabileceğini; bu riskin resmi rezervler üzerindeki baskıyla
hafifletilebileceğini veya devalüasyonla ertelenebileceğini vurgulamıştır.
Finansal Liberalizasyon ve Mevduat Sigortası
Hucthison ve McDill, finansal
liberalizasyon sonrası görülen finansal yapıdaki zayıflık; vade yapısı,
uluslararası portföy yatırımlarının döviz kompozisyonu, yurtiçi kredilerin
maliyeti ve dağıtımına kadar birçok konuyu kapsayabileceğini; özellikle banka
bilançolarının aktif ve pasif tarafında yeni ve alışık olunmayan risklerin
hızlı finansal liberalizasyon ve artan piyasa rekabetinin yaşandığı dönemlere
rastlaması durumunda, bankaların finansal yapılarındaki kırılganlığının
artabileceğini ifade etmişlerdir. Bu şartlar altında, etkisiz gözetim ve
denetim ile yetersiz düzenleme politikaları, yeni oluşmaya başlayan rekabetçi
ortamda düşük sermaye oranlarına sahip finansal kuruluşları, risk
pozisyonlarını artırmaları konusunda motive ederek ahlaki tehlikenin artmasına
katkıda bulunacaktır. Ayrıca riskin değerlendirilmesi ve denetimdeki
eksiklikler, bankaların ortaya çıkan hatalar konusunda sorumluluktan
kaçınmalarına neden olabilecektir. Bununla birlikte, hesap verilebilirlik,
şeffaflıkta ve yasal yapıdaki eksiklikler, finansal kuruluşların sorunlarını
gizlemeye olanak vereceğinden, mevcut sorunun artmasına daha fazla katkı sağlayacaktır.
Giannetti bu tür sorunların önlenmesinde, özellikle sermaye girişlerinin arttığı
liberalizasyon döneminde, bankaların sermaye gereksinimlerinin artırılmasının
yanında, düzenleme, denetleme ve yasal yapıda yapılacak iyileştirmelerle
şeffaflığın artırılması gerektiğini; böylece, bankacılık sektöründe istikrarın
korunabileceğini vurgulamışlardır. Jordon,
Peek ve Rosengren ise, bankacılık krizlerinin önlenmesi konusunda IMF ve Dünya
Bankası gibi uluslararası organizasyonlar, piyasa disiplininin artırılması ve
banka kayıtlarının şeffaf olmasını sağlayıcı uygulamaların hayata geçirilmesini
önerse de özellikle kriz şartlarının ortaya çıkmasına neden olan sorunlarla karşılaşıldığında,
hükümetlerin sık sık başarısızlığa uğradıklarını veya sorunun ortadan kalkması
için doğru adımları atmada geç kaldıklarını ifade etmişlerdir.
Banka mevduatları garanti
kapsamında olmadığı zaman, bankaların varlık portföyünün kalitesindeki
kötüleşme ve mevduat sahiplerinin fonlarını ani bir şekilde çekme isteği, tüm
bankalara zincirleme negatif bir etki yaratacaktır. Bankaların varlıkları likit
olmadığı durumda, mevduatın vadesinden önce çabucak çekilme isteği, bankaların
borçlarını ödeyememe durumunun başlamasına neden olacaktır. Bankalarda mevduat
çekilişine yönelik bir baskı, kendi kendini besleyen bir mekanizmaya
dönüşebilmektedir ve bu yapı içerisinde bankalar, kırılgan finansal kuruluşlar
haline gelebilmektedir. Bankalara yönelik mevduat çekilişlerindeki artışlar,
bankaların yükümlülüklerini karşılayamama riski karşısında, mevduatların
sigorta kapsamına alınmasına neden olabilmektedir. Mevduat sigortası, mevduat
sahipleri lehine olacak şekilde özel veya kamu sigorta kuruluşları tarafından
tam veya kısmi sigorta kapsamına alınabileceği gibi, üstü kapalı da olsa
bankaların başarısız olması veya iflas etmesi halinde, hükümet tarafından
mevduat sahiplerinin korunacağı veya zararlarının telafi edileceği şeklinde bir
güven duygusu da verecek şekilde etkin olarak kullanılabilir.
EKONOMİK KRİZLERİN
OLUŞUM MODELLERİ
Krizlerin ekonomik etkilerini
ölçmeye yarayan modeller genellikle, Latin Tipi Modeller ve Asya Tipi Modeller
olmak üzere iki ana gruba ayrılmaktadır. Latin Tipi Modeller kendi içinde,
Spekülatif Atak Modeli ve Kendi Kendini Besleyen Model olarak iki alt grupta
yer almaktadır. 1970’li ve 1980’li yıllarda özellikle Latin Amerika ülkelerinde
oluşan krizleri açıklamak için geliştirilen Latin Tipi modeller, Birinci Nesil Modeller olarak da
isimlendirilmektedir. Bu modellerin temeli Krugman’ın 1979 yılındaki
çalışmasına dayanmakta ya da aynı çalışmanın bir devamı niteliğindedir. Bu
nedenle bu modele Krugman Modeli de denilmektedir. Bu modele göre sabit kur
geçerli iken, iç kredi hacminin para talebinin üstünde artması, yavaş ancak
sürekli bir biçimde ülke rezervlerinin azalmasına ve ülke parasına yönelik
spekülatif çıkışların artmasına neden olmaktadır.
Obsfeld’in 1994 yılındaki
çalışmasına dayanan İkinci Nesil
Modeller ise, sabit döviz kuru sürdürme
isteğini, daha genişletici bir para politikası uygulanma zorunluluğunun yarattığı bir çelişkinin sonucu olarak görmektedir. Kriz konusunda geliştirilen bir başka model
ise, Hyman Minsky’in modelidir. Minsky’in geliştirdiği bu model kredi
sisteminin istikrarsızlığına yaptığı vurguyla, J. Stuart Mill, Alfred Marshall,
Knut Wicksell ve Irving Fisher gibi klasik iktisatçılar tarafından geliştirilen
modellerin bir devamı niteliğindedir. Minsky’e göre krize neden olan olaylar,
makro-ekonomik sistemde bazı dış etkilere bağlı olarak büyüyen dışsal şokların
ağırlık kazanmasıyla ortaya çıkmaktadırlar.
Asya tipi kriz modelleri ise; Yayılmacı Kriz Modeli, Eşgüdüm Başarısızlığı
Kriz Modeli ve bu temel modelleri esas alan Diğer Açıklayıcı Yaklaşım ve Kriz
Modelleri olmak üzere üçlü bir sınıflandırmaya tabi tutulmaktadırlar. Bunlardan
en yaygın olanı Yayılmacı Kriz Modelidir. Krizlerin yayılmacı bir özellik arz
etmesi Latin tipi krizlerde de görülmesine karşın, Asya tipi krizlerde bu
özellik daha baskındır. Bu modele göre her hangi bir ülkede ortaya çıkan kriz,
diğer ülkelerle ilişkilendirilmektedir. Diğer bir ülkeyle ortak özellik
taşımayan bir kriz bile, ülkeden diğerine çeşitli kanallarla ulaşabilmektedir.
Diğer Açıklayıcı Yaklaşım ve Kriz Modelleri oluşan krizleri; dış faktör
etkisine, kendi kendini yaratan paniklere, finansal baloncuk ve yatırımların
azalan marjinal verimliliğine, sorunlu bankacılık sistemi ve piyasa
kırılganlıklarına, IMF’nin krizlere yaklaşımına ve uluslararası sermaye
piyasalarında yaşanan aşırı ve ani değişmelere dayandırmaktadırlar.
BANKACILIK KRİZLERİNİN
MALİYETLERİ
Gelişmiş ülkelerle
karşılaştırıldığında; yükselen piyasa ekonomilerinde finansal krizlerin ve
bankacılık krizlerinin maliyeti belirgin bir şekilde fazladır. Gelişmiş olan
ülkeler finansal ve bankacılık krizlerinden gelişmekte olan ülkelere göre
ortalama daha kısa zamanda kurtulurken, krizlerin sıklığı ve maliyeti
sanayileşmiş ülkelerden daha fazladır.1975-1997 yılları arasında belirlenen 54
bankacılık krizinden 42’si gelişmekte olan ülkelerde meydana gelmişken gelişmiş
ülkelerde sadece 12 bankacılık krizi meydana gelmiştir. Yapılan çalışmalar IMF’
ye üye ülkelerin en az üçte ikisinde önemli bankacılık sektörü sorunları
yaşandığını ve 250 milyar doları aşan bir kaybın ortaya çıktığını; diğer
taraftan ise IMF’ e üye ülkelerin dörtte üçünde ise (yaklaşık 130 ülke) önemli
bankacılık sorunlarıyla karşılaştıklarını göstermektedir.
TÜRKİYE’ DE BANKACILIK
KRİZLERİ
Kapitalizmin gelişme sürecinde
yaşanan en büyük kriz olma özelliğini koruyan, 1929 Dünya Buhranı’nın etkileri
geçtikten sonra 1960’ların sonlarına kadar dünya ekonomisinde büyük boyutlu bir
ekonomik ve finansal krize rastlanmamaktadır.
Cumhuriyet tarihimizin, pek çok
ekonomik krize sahne olduğu bilinmektedir. Bunların bazılarını dış kaynaklı
gelişmelere bağlamak mümkündür. Örneğin 1929 Büyük Dünya Krizi ve II. Dünya
Savaşı, Kore Savaşı, Körfez Savaşı gibi. Olaylar ülkemiz ekonomisini önemli
derecede olumsuz etkilemiştir. Krizlerin büyük bir kısmı ise, kendi ekonomik
politikalarımızdaki yetersizlikten ve önlem almada ortaya çıkan gecikmelerden
kaynaklanmaktadır. Gerek 1980 öncesinde ve gerekse 1980 sonrasında yaşanan
ekonomik krizlerin büyük bir bölümünde, yüksek kur ayarlamalarının önemli bir
payı olduğu düşünülmektedir. Bunun en başlıca nedeni döviz rezervlerindeki
yetersizliklerdir. Çünkü olumsuz ekonomik koşullarda döviz rezervleri süratle
tükenmekte, kurlarda ani ve öngörülemeyen yükselişler yaşanmakta, ülke parası süratle değer yitirmekte ve bu
olumsuz gelişmeler piyasaları daha da kırılgan yaparak krizleri
tetiklemektedir.
Türkiye, 1970’li yılların sonunda
arka arkaya gelen ekonomik krizler yaşamıştır. Türkiye ekonomisinde 1974 yılından
itibaren çok ciddi bunalım belirtileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak, tüm
bu olumsuz belirtilere rağmen dönemin hükümeti bu olumsuzlukları değerlendirip
radikal tedbirler alacağı yerde, sorunu görmezden gelmiştir.
1978 yılına gelindiğinde ekonomik
bunalım ciddi boyutlara varmıştır. Bu bunalımdan çıkmak için bir dizi ekonomik
önlem alınmaya başlanmıştır. Ancak alınan bu önlemler sorunun özüne inmediği,
alınan politika demeti bir iç bütünlük arz etmediği ve dönemin hem iç hem de
dış koşulları bunların uygulanmasına olanak tanımadığı için alınan tüm bu
önlemler başarıyı getirememiştir.
1978-1979 yıllarında uygulamaya
konan istikrar önlemeleri ödemeler dengesi üzerinde kısa dönemli bir iyileşme
sağladıysa da, enflasyonla mücadelede etkili olamamıştır. 1977 yılında %43.8
olan enflasyon oranı 1979’da %71.1’e yükselmiştir. İmalat sanayinde atıl
kapasitenin artmasıyla da büyüme hızı negatif değerler almıştır. Tüm bu olumsuz
etkenler, daha önce alınan istikrar tedbirlerinin yeterli olmadığını ortaya koymuştur.
1979 yılının sonlarında ekonomik krizin son sınırlarına vardığı sırada iktidara
gelen yeni hükümet 24 Ocak 1980’de IMF, Dünya Bankası ve OECD’nin temsil ettiği
yabancı sermaye gruplarının da desteğini arkasına alarak ekonomide köklü
dönüşümleri amaçlayan bir istikrar programını uygulamaya koymuştur.
Türkiye, 1980 öncesinde pek çok
ekonomik krize sahne olmasına karşın en derin etkinin yaşandığı krizler, 1980
sonrasına ait olanlardır. Ülkemizde 1980 sonrası yaşanan ekonomik krizlerin
belki en önemlileri; 1994, 1998 ve 2001 yıllarında yaşananlarıdır. Bunda 1980
sonrası uygulanan dışa açık ekonomi politikalarının büyük rolü vardır. Esasen 1994’te
kendini gösteren kriz, Türkiye ekonomisinde 1990’dan itibaren var olan
dengesizliklerin bir yansımasıdır.
1994 Krizi
1990 yılından itibaren finansal
ve reel kesimden alınan vergilerde ciddi bir artış yokken, kamu kesiminde
ücretler büyük ölçüde artırılmıştır. Bu
artışlar, borçlanmayla sürdürülmeye çalışılmıştır. Böylece kamunun artan
borçlanma talebi, faiz oranlarını ve faiz ödemelerini aşırı yükseltmiştir. Bu
dönemde, spekülatif şişkinlikleri sınırlayacak ve sermaye girişlerinin vadesini
uzatacak vergileme gibi önlemler alınmamış, uygulanan bu yanlış politikalar
yüzünden sermaye girişleri yönetimi karşısında başarısız olunmuştur. Sonuçta
1994 Ocak ayında döviz kurları 19000 TL/$ iken, Nisan 1994’te tam iki kat
artarak 38000 TL/$’a yükselmiş ve uluslararası rezervler 3 milyar dolara
düşmüştür. Böyle bir durumda sabit kur ile uyumlu olmayan para politikası,
krizin çıkmasına neden olmuştur. Bu yönü ile 1994 krizi, Birinci Nesil Kriz
Modellerine benzemektedir. 5 Nisan 1994’te dengeleri yeniden kurmak için
önlemler paketi açıklamak zorunda kalınmış ve yıllık faiz oranları %400’ler
gibi inanılmaz düzeylere ulaşmıştır. Alınan bu önlemler bir yandan döviz
girişlerini artırırken, diğer yandan da dolarizasyonu körüklemiştir. Yani kriz
öncesi etkili olan dengesizlikler, kriz sonrasında da devam etmiştir. 17
Ağustos Depremi bu dengesizlikleri daha da büyütmüş ve Aralık 1999’da IMF’le
yeni bir istikrar programına gidilmiştir.
1994 ekonomik krizinde dövize
karşı meydana gelen aşırı talep sonucunda rezervler hızla düşmüş ve bunun
engellenememesi dövizin devalüe edilmesini zorunlu hale getirmiştir.1994
yılında yaşanan ekonomik krizde bankacılık sistemi hızla küçülmüş ve öz
kaynaklarının önemli bir bölümünü kaybetmiştir. 1994 ekonomik krizi ile
bankacılık sektöründe meydana gelen bazı önemli gelişmeler şunlardır;
·
Türkiye’de faaliyet gösteren yerli ve özel
bankalar 1994 krizinde toplam varlıklarının %33’ünün kaybetmişlerdir.
·
1994’ün ilk yarısında bankalardaki toplam
mevduat %14,7 oranında azalmıştır.
·
1994 krizinde bankalara karşı oluşan
güvensizliğe karşılık devlet 1994 Nisan ayı sonunda mevduata % 100 garanti
sağlamıştır.
Kasım 200 ve Şubat 2001 Krizleri
Aralık 1999’da IMF’ye verilen niyet
mektubunda 2000 yılı sonu itibariyle enflasyon oranı TÜFE olarak %25’e, 2001
yılı sonu itibariyle %10- 12 Aralığına ve 2002 yılı sonu itibariyle de tek
haneye düşürüleceği amaçlanmıştır. Bu programda ekonomik ve sosyal yapıyı büyük
ölçüde etkileyecek çok sayıda yapısal reform yer almakla birlikte, döviz
kurunun nominal çapa olarak kullanılması, programın başında yüksek döviz
girişlerine bağlı olarak faiz oranlarını süratle aşağı çekmiştir. Faiz
oranlarındaki bu yüksek düşüşün yatırımları artırması beklenirken daha çok
bireylerin tasarruf eğilimini azaltmış ve tüketim talebinin aşırı bir biçimde
artmasına neden olmuştur. Artan bu tüketim talebi ithalatı tetikleyerek dış
ticaret açıklarını büyütmüş, aynı zamanda da enflasyonu körüklemiştir. Ortaya
çıkan bu olumsuzluk zamanında düzeltici bir kur ayarlaması ile giderilemediği
için dengeler yeniden bozulmuş ve bu durum ülkeyi 2001 krizine taşımıştır.
Yapısal reformların tamamlanamaması, düzeltici kur ayarlamalarında geç
kalınması, kısa süreli sermaye girişlerine
engel olunamaması, bankacılık sektöründe yapılması gereken düzenlemelerin
gecikmesi, bu programı başarısızlığa götüren başlıca unsurlar olarak
düşünülmektedir.
Türkiye’de art arda gelen Kasım
krizi ve Şubat krizi, mali nitelikli krizlerdir. Bu tip krizlerin para
piyasasındaki yansıması faiz ve kurlardaki artıştır. Kasım 2000 ve Şubat 2001
krizleri bankacılık sektörünün içinde bulunduğu sorunları daha da ağırlaştırmış
ve yeni sorunları ortaya çıkarmıştır. Bankacılık sektörü Kasım krizi sonrası
faiz riski, Şubat krizi sonrası ise hem faiz hem de kur riski sonucu önemli
kayıplarla karşı karşıya kalmıştır. Kasım 2000 krizinin ortaya çıkmasının
nedeni, elinde büyük miktarda devlet iç borçlanma senedi (DİBS) bulunan bir
Türk bankasının kredi kanallarının kapatılması nedeniyle elindeki DİBS’ ni
ikinci el piyasada satışa çıkarması sonucu faiz oranlarının sınırsızca
yükselmesidir. Kriz döneminde faiz oranındaki hızlı artış bir yandan fonlanama
maliyetlerini yükseltmek, diğer yandan menkul değerler cüzdanının piyasa
değerini azaltmak suretiyle banka bilançolarını olumsuz yönde etkilemiştir.
Kasım 2000 ve Şubat 2001
Krizlerinden sonra bankaların sağlıklı bir yapıya kavuşturulabilmeleri için
2001 Mayıs ayında “Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı” uygulamaya
konulmuştur. Ekim 2003 itibariyle bankacılık sektörünün yeniden
yapılandırılmasının ülkeye maliyeti 47,2 milyar dolardır.
Özetle Şubat 2001 krizi
sonrasında; ekonomi %8,5-9 oranında daralmış, ulusal gelir 51 milyar dolar
azalmış, kişi başına gelir 725 dolar gerilemiş, 19 banka kapanmış, 1,5 milyon
kişi işsiz kalmış %30’lara düşen enflasyon %70’i aşmış, hazine faiz ödemeleri
%101 kat artmış ve iç borç stoku 2000 yılının dört katına ulaşmıştır.
FİNANSAL KRİZLERİN TÜRK
BANKACILIK SEKTÖRÜNE ETKİLERİ
1929 Krizi (Büyük Bunalım)
Hacmi, etki alanı ve süreci
itibariyle modern dünyanın en ağır ekonomik bunalımı 1929 Krizi olmuştur. Mali
piyasalarda baş gösteren büyük bir panik, haftalar içinde reel sektöre
yansımıştır. Oysaki 1920’lerde ekonomi çok iyi gidiyordu. Amerikalılar, Birinci
Dünya Savaşının acılarını geride bırakmışlar, ekonomilerini yeniden
yapılandırmaya girişmişlerdi. Müthiş bir teknoloji ve üretim patlaması
yaşıyorlardı. Otomotivden, enerjiye kadar akla gelebilecek her sektörden her
gün yeni bir buluşun haberi geliyordu. Diğer yandan elektrik ve radyo, evlere
giriyordu. Sanayiciler kazançlarını yeni fabrikalara, yeni makinelere, yeni
işçilere yatırıyorlardı. Ücretler artıyordu, tüketim artıyordu. Borsa devamlı
yükseliyordu. İyimser olmamak, geleceğe güven duymamak için hiçbir neden yoktu.
1920’ler Amerikalıların değişen yaşam biçimini yansıttığı için “Kükreyen
20’ler” olarak anılmıştı. Kükreyen 20’lerin en önemli buluşlarından birisi de
seri üretimdi. Bu seri üretim tekniğinin sağladığı verimlilik, ekonomide
büyümeyi hızlandırırken, tüm sektörlerde teknoloji hızla kullanılmaya
başlanmıştı.
Büyük Bunalım’ın nedenleri
konusunda ekonomistler arasında tam olarak bir fikir birliği yoktur. Bu sürecin
tanımlanan karakteristikleri, çoğunlukla ekonomik bakımdan büyük çapta
çöküştür. 1929 yazının başlangıcını izleyen dört yılda, finansal piyasalar ve
kurumlar, emek piyasaları ve uluslararası para akımları ve mal piyasalarının
işlevleri neredeyse tamamen sona ermiştir.1929 yılında Büyük Buhran başlangıcı ile
olumsuz etkileri Türk ekonomisini vurmaya başladı. Ödemeler bilançosu açığı,
özellikle dış ticarette "Türk Parası Kıymetini Koruma Kanunu" yapmaya
Şubat 1930'da hükümeti zorladı. Türk Merkez Bankası Kanunu 11 Haz 1930
tarihinde kabul edildi ve Merkez Bankası, Osmanlı Bankası işlevlerini
devralmaya 3 Ekim 1930 tarihinde başlamıştır. Bu nedenle depresyon yurt içi
satışlarda düşüş dolayısıyla mali sorunlar ile satılmayan stoklar ile ticari
özel sektöre bıraktı. Depresyona rağmen Türkiye 1929-1933 döneminde% 7,5
ortalama yıllık büyüme oranı deneyimli olmasına rağmen sadece o zaman Başbakan
İsmet İnönü'nün liderliğindeki hükümet çevrelerinde birçok, "liberal"
ekonomik rejimi altında elde edilen sonuçlar ile memnuniyetsizliği dile
getirdi. İnönü ilk Sivas'ta yaptığı konuşmada açıkça "devletçilik"
olarak nitelendirdi.
1929 Türkiye’nin ekonomik krizle
tanıştığı yıl olmasından dolayı, tüm dünyada etkili olan kriz Türkiye’de de
ciddi sıkıntılara sebep olmuş buna Osmanlı’dan kalan borçların da eklenmiş ve
bu dönemde Türk parasının değeri düşmüştür. Türk parasında görülen nispi
istikrar 1929 yılında birden bire bozulmaya başladı. Bunun nedenleri şunlardır.
1929 yılında Türk parasının
değerinin en önemli düşme nedeni, 1929 yılında ödemeler bilançosu açıklarının
birden bire iki katına çıkarak 101 milyon liraya ulaşmasıydı. Kötü hava
koşulları ve dünya ekonomik krizinin sonucu olarak ihraç mallarımızın
fiyatlarında hâsıl olan düşüşler ihracatımızın değerini 155 milyon liraya
düşürmüştür.
Yeni uygulamaya konulacak 1499
sayılı gümrük tarifesinin resimleri çok fazla yükselteceğini düşünen
spekülatörler büyük miktarda mal ithal ederek ithalat hacmimizin 286,2 milyon
liraya ulaşmasına neden olmuştur. Hükümetin o dönemde bayındırlık programlarını
yürütmeye hızla devam etmesi de ithalatı arttırmıştır. 1929 yılından itibaren
ödemeler bilânçosunda Duyun-u Umumiye idaresiyle yapılan anlaşmaya göre Osmanlı
döneminden Kalan borç taksitleri de yer almaya başlamıştır. Nihayet
Demiryolları ve Haydarpaşa liman tesisleriyle ilgili taksit ödemelerinin
ödemeler bilançomuz üzerinde olumsuz etkileri olmuştur.
Bilindiği gibi 1929 yılına kadar
Cumhuriyet Hükümetleri Osmanlı döneminden kalan evrak-ı nakdiye miktarını
arttırmamıştı. Hatta reel anlamda para arzında bir gerileme söz konusuydu.
Hükümetin uzun zaman para politikası açısından pasif tutumu, özellikle tarımsal
yapısı gereği mevsimlik dalgalanmalarla karşı karşıya olan ülkemizde olumsuz
etkileri olmuştur.
1997 Güney Doğu Asya Krizi
Güney Doğu Asya Krizi, 2 Temmuz
1997 yılında Tayland para birimi Baht’ ın %15 oranında devalüe edilerek
dalgalanmaya bırakılması ile ortaya çıkmıştır. Kriz Tayland’dan diğer Asya
ülkelerine (Endonezya, Malezya, Filipinler, Güney Kore, Japonya) sıçrayarak
Asya Krizi olarak adlandırılmış ve daha sonra dünyanın çeşitli bölgelerini
etkisi altına almıştır.
Asya Krizi’nin Türkiye Ekonomisi
üzenindeki ilk etkileri Ekim 1997 tarihinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Asya
Krizi’nin Türkiye mali piyasaları üzerindeki etkileri taşıdığı bazı özellikler
nedeniyle beklenenden az olmuştur. Bu özellikler şunlardır;
·
Türkiye ekonomisinin globalleşme derecesi diğer
benzer ülkelere göre daha düşüktür. Bu nitelik olumsuzluk gibi gözükse de kriz
döneminde ülkeyi korumakta ve krizin bulaşıcı etkisini azaltmaktadır.
·
Kur politikası reel ekonomimizin rekabetçi
düzeyini düşürmeyen, istikrarlı, tahmin edilebilir ve sabit rejime bağlı
olmayan biçimde yönlendirmektedir. Bu politikalar döviz krizinin çıkmamasında
en önemli unsurlardan birisidir.
·
Kısa vadeli faiz oranları Merkez Bankası’nın
elindeki en önemli araçlardandır. Bu da kriz ortamında etkili bir şekilde
kullanılmaktadır.
·
Türkiye ekonomisi, son yıllar itibariyle
rezervlerinde hep yüksek düzeyde bulunmuştur. Kriz ortamlarında bu yükseklik
döviz piyasalarının istikrarı için avantaj sağlamaktadır.
1998 Rusya Krizi
1997 Güney Doğu Asya Krizi’nden
bir yıl sonra 28 Ağustos 1998 yılında Rusya’nın para birimi Ruble’nin devalüe
edilmesi ve dalgalanmaya bırakılmasıyla Rusya Krizi ortaya çıkmıştır. Rusya,
Güney Doğu Asya Krizi nedeniyle ortaya çıkan kaynak bulma zorluğu veya mevcut
uluslararası kaynakların maliyetlerinin artması probleminden etkilenmiştir.
Rusya’ da yaşanan krizde
Türkiye’yi diğer ülkelerden farklı kılan krizden belki de daha fazla
etkilenmesine yol açan iki ülkenin yakınlığına bağlı olarak yaşanan ikili
ekonomik ve ticari ilişkilerin boyutudur.1998 yılında yaşanan Rusya Krizi, Dış
ticaret kanalıyla Türkiye ekonomisini olumsuz etkilemiştir.
Kriz sonrası Türkiye’de mali
sektör küçülmüş, diğer yandan kamu kesiminin yüksek borçlanma gereğinden dolayı
reel faizler yükselmiştir. Kamu kesimi kaynak ihtiyacını iç piyasadan sağlamak
zorunda kalmış ve böylece reel faizler yükselmiş, özel sektörün kullanabileceği
kredi miktarı azalmıştır. Bu nedenle Ağustos ayından itibaren yatırımlar
açısından finansman imkânı daralırken finansman maliyetleri önemli ölçüde
yükselmiştir. Güney Doğu Asya ve Rusya Krizlerinin Türkiye Ekonomisi üzerindeki
etkisi sınırlı kalmış, büyük dalgalanmalar oluşturmamıştır. Bunun nedeni
Türkiye’nin ithalat ve ihracatının en az yarısının AB üyesi ülkelerle
olmasıdır.
2007-2008 Küresel Finansal Kriz
Küresel Finansal Kriz Temmuz
2007’de ABD’de sub-prime mortgage kredilerinin geri dönüşümlerinde yaşanan
sorunla birlikte ilk işareti ortaya çıkmış ve Eylül 2008’de Lehman Brothers
yatırım bankasının iflası ile derinleşerek küresel bir hal almıştır. Bu
tanımlama aslında krizin iki çok önemli özelliğini de göstermektedir.
Birincisi, küresel oluşu, ikincisi ise küresel şartların daha çok finans
sektörü ile ilgili olmasıdır. Küresel Finansal Krizin bütün öteki krizlerden
farkı bunun tam anlamıyla küresel bir kriz olması ve dünyadaki bütün ülkeleri
etkilemiş olmasıdır.
2007-2008 Küresel finansal
Krizi’nin temel nedeni ABD gayrimenkul sektöründe başlayan hızlı ve denetimden
uzak büyümedir. ABD finans sistemindeki derecelendirme kuruluşları ile bankalar
yeteri kadar denetim altına alınmamış olması krizin oluşumuna katkı veren en
önemli faktör olduğu düşünülmektedir. ABD’ de finansal sistemin aşırı risk
üstlenmesinin yanı sıra bu aşırı risk ile ilgili göstergelerin dikkate
alınmaması krizin etkisini arttırmıştır.
IMF tarafından 2008 yılının Ekim
ayında yayınlana Finansal İstikrar Raporu’na göre finansal kesimin tahmini
kayıpları 1,4 trilyon dolar civarındadır. ABD’deki bu toplam kayba, küresel
bankacılık, sigorta şirketleri, emeklilik fonları, hedge fonlar ve diğerlerinin
kayıpları eklendiğinde 2008 yılında yaklaşık 3 trilyon dolarlık bir kayıp
ortaya çıkmaktadır.
Gelişmiş ülkelerdeki birçok büyük
ve küçük bankanın milyarlarca dolar zararla ve iflasla etkilendiği 2008
krizinden, Türkiye bankacılığı etkilenmemiştir. 2000-2001 krizinde çok büyük
olumsuzluklar yaşayan ve buna bağlı olarak da yapısal reformlarını tamamlayan
Türkiye bankacılık sektörü, güçlü altyapısı ile küresel ekonomik krize karşı
sağlam kalarak özgüvenini tazelemiştir. Global krizin temelini oluşturan
“sub-prime” martgage olarak da adlandırılan kredi türev ürünlerine yatırım
yapılmaması, ayrıca güçlü aktif kalitesi, likidite yapısı, sermaye yeterliliği,
risk yönetimi ve iç kontrol sistemlerine sahip olmaları, Türk bankacılık
sisteminde krizden etkilenmeyi önlemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder